Bence her gezi yazısının okuyucusunu götürdüğü yerin ötesinde ve üzerinde bir leitmotifi olması gerekir. Bu temanın ideasına ne kadar yaklaştığımız elbette meçhul ve yazı ile okuyucu arasında saklı kalacaktır. Fakat yine de yaklaşmak, yakınsamak, ulaşmak, birleşmek, ya da sarılmak olmalıdır amaç yol yazısının seni götürdüğü yerdeki şeye. O şey mekânda, zamanda ve protagonistlerle, yani orada ve o anda şahsi bir mahiyet arz eder. İsteğim o şeyi keşfetmek ve verebilmek. Olmaması gereken ise veni, vedi, redeo – tamamen dejenere bir yol fantazisi1; sıra sıra şeyler2 ve dibine kadar3 o şeyler. Neden bir insan bu denli iddialı bir giriş yazar? Birkaç sebebi olabilir tabii ki. Ama isterseniz size sırrımı açıklayayım: Anlatacağım hikâye pek de öyle çarpıcı bir hikâye değil de ondan. Hatta dağcılık açısından bakarsak aslında epey sıradan; şahsiyetlerin de dosdoğru aklı başında insanlar olduğunu itiraf etmem lazım. E, her aklı başında insanın bahsetmekten bayağı zevk alacağı bir konu varsa, o da kendisidir4 herhalde. O yüzden her şeyden biraz bahsetmek istiyorum.
Ekip toplanıyor ve rotalar beliriyor
Bundan beş ay kadar önce Boğaz’ın körler diyarı tarafında ve akıntının bir üst sokağında yürüyorken, erkenden gök kubbeyi doldurmuş leylekler. Ben de leylek olmuşum uzaklardan gelecek dostlarla buluşuyorum. Dakikalarca dönüyoruz. Ama geniş bir daire çiziyoruz; yoksa başım dönerdi. Terbiyesiz bir klakson beni kendime getirdiğinde bir de ne göreyim, meğer sokağın bir kenarını kapatmışım. Leylekleri havada yakalamak beni daima başka diyarlara gitmeye sevk eder. Karnımda kelebekler kanat çırpmaya başlar onları gördüğümde. İşte bu deneyim, bu tefekkür sayesinde telefonuma davrandım ve Uğur’u aradım, bir çırpıda Aladağlara geleceğimi söyledim. Böyle küçük olaylar bazı kararlar vermemi sağlayabiliyor – bazen eğiliminiz olan bir şey için harekete geçmeden önce bir işaret beklersiniz hani. Maalesef yaptığımız planlar önce benim boynumdaki sakatlığın, sonra Alper’in belindeki sorunların nüksetmesiyle iki hafta ertelendi. Partneri Umut’la birlikte Direktaş kuzeydoğu dihedraline kışın gitmeyi istediğini söylerken gözleri parlıyordu Uğur’un, ve dağa gitmek için fırsat kolluyordu hazırlanmak için. Fakat biz dağa gidebilecek hale geldiğimizde Uğur yüksek lisans kayıtlarıyla uğraşmak zorunda olduğundan geride kaldı. Bu hikâyede Uğur için bir kez daha üzüleceğim, ama bunun için sonları beklemeniz lâzım. Neyse, biz de yanımıza Ozan’ı alarak Kızılkule5 ile Bozkaya’yı birbirine bağlayacak bir travers keşfetmek üzere yola çıktık. Planlarımız istediğimiz gibi gitmedi ve sadece Kızılkule’ye çıkmayı başardık. Lâkin bu çıkış bir antlaşmayı tetikleyiverdi, ‘niçin ayda bir böyle kolay – zevkli, eski günlerdeki gibi beraberce tırmanışlar yapmıyorduk ki!’ 30 Eylül 2013 Pazar gününden itibaren kendimi formda tutmak için elimdeki basit imkânları seferber ettim. Mesela haftanın bir günü işten eve olan 9 kilometrelik mesafeyi koşarak dönmeye başladım; yediklerime dikkat etmeye, arada sırada körler diyarının tırmanış antremanı salonunda boy göstermeye… Tesadüf müdür bilmiyorum ama Alper de meğer sıkı antrenmanlar yapmaya başlamış şehirde. Bunun üzerine yılbaşından bir önceki hafta sonu başlamak üzere her Pazar gününü Ballıkayalar’a6 ayırdık. Ben ve Alper dışında muhakkak iki kişi daha bize katılıyordu. İki hafta sonu Batur da bir defasında Uğur’la olmak üzere bize katıldı. Umut’la birlikte dihedrale gitmek istediklerinden bahsediyor, ilk kış çıkışının yapılmadığını hatırlatıyordu. Bize de teklif etti katılmamızı. Tabii ki onlar kadar formda değildik, hele Lahitkaya batı ile Ortaburun kuzeydoğu yüzlerinde yaptıkları ilk kış çıkışı videolarını7 gördüğümde onların hız ve cesaretinin ancak beşte birini kendimde görüyordum. İşte o sırada Batur, ‘Ben Direktaş’ın ilk kış çıkışını klasik rotadan yapmadım. Çıkıntıya güneydoğu yüzünden bir yerlerden ulaşıp zirveye gittim. Tüzel’in kitabında benim klasik rotayı çıktığım ibaresi yanlış’ deyiverdi. Yanlış anlamayın, ilk çıkış yapma peşinden koşan birisi olduğumu söyleyemem. Ama hem Uğur ve Umut’a katılabilecek hem de aynı dağda başka bir seçeneğin doğmasının cezbediciliği programımıza da adını koydu: “Direktaş mini ekspedisyonu.” On yaz önce yine Alper’le dihedrale çıktığımdan beri Yedigöl’e adımımı atmamıştım; benim için çok özel bir faaliyetti o. Çünkü rotayı, birkaç sikke, tek yarım ip ve bir keserle tırmanmak suretiyle (direk-)taştan çıkartmıştık8. Dağa gitmemize bir hafta kala Alper ekibimize Cem’in de katılacağını haber verdi. Bu son derece olumlu gelişme sayesinde hem grubun deneyimi artıyor, ikinci bir şoför ekleniyor ve ileride göreceğimiz üzere karda iz açmak daha fazla kişi arasında bölünüyordu.
Yolculuk
7 Şubat Cuma akşamı dakikalar geçmek bilmedi, alınacak son kişi ben olunca. Sabahın köründe kalktığımı ve yol boyunca şoförleri ayık tutmak için uyuyamayacağımı düşünüp bir saat kestirmeye karar verdim. Yani aslında zaten uykum gelmişti ama uyumayı böyle bir gerçek üzerinden de rasyonalize edince uyumam kolaylaştı. Playlist’e de bir sürü Ruhi Su koydum, ‘evlerinin önü mersin’, ‘ben melamet hırkasını’, ‘Karadeniz ağıtı’ falan. Gerçekten de bana birşeyler oluyor dağa gitmeden önce9. Şu meşhur Toros tipi dağcılık var ya, işte onun eminim beynimize bütünleşmiş bir soundtracki var10.
Sonunda bekleyiş sona eriyor ve arabaya tıkışıyoruz. Gitmeden önce hava delisi ile hava durumu hakkında yazışmıştım. O ve ODTÜ Deniz bilimlerinden Emin Özsoy’un hazırladıkları sınırlı alan hava tahmin modelinden11 anladığım, çözünürlüğün yüksek olduğu Bolkarlar üzerindeki gibi -12 derecelik sıcaklık Yedigöl’de de karşımıza çıkabilirdi ancak kuvvetle muhtemel “Cumartesi 700 hPa (3000 m) -2 ila -4 derece... ama hava çok kuru, güneşlenmeden ötürü ılık... Pazar hafifçe soğuk, -5 ila -6 derece, nem de biraz artıyor... Kış yok valla bu sene” beklentisi ile yola çıktık. Bolu’ya gelince -2’ye ve Ankara’ya yaklaşırken -7’ye kadar düşse de sıcaklık, yüksek umutlar ve büyük beklentilerle yol alıyorduk. Tuz Gölü’nü geçerken biraz ısındı hava (e dedim ya yol boyunca şoförlerin uyumasını birinin engellemesi gerek). Fakat felaket şafak vakti Güzelyurt’tan Niğde – Kayseri karayolu kavşağına yaklaşırken baş gösterdi: onun adı -12! Salim abinin evinin yanına arabayı park edip dışarı çıktığımızda aklıma ne geldi biliyor musunuz? Ben küçükken televizyonda bir haber görmüştüm. Minnesota’da bir adam elindeki bardaktan kaynar suyu havaya fırlatıyor ve su havadayken hal değiştirip yere vuruyor. 1600 m rakımda hava bu kadar soğuksa adiyabatik düşme hızından Yedigöl’deki durumu düşünmek zaten sarsılan bedenime daha da büyük bir acı verdi. Neyse ki bulutsuz hava pırıl pırıl parlayan güneş teskin ediyordu bizi.
Kampa yaklaşım
Foto 1 |
Giyinip kuşanıp hiç zaman kaybetmeden traktör römorkuna istiflendik. Traktör buz kesmiş yolda hızla ilerliyorken birbirimize kaçamak bakışlar atıyoruz: acaba nasıl olacak? Kar koşulları römorku biraz aşağıda bırakmamıza neden olsa da traktör üzerinde Sakartaş'a kadar çıkabilmemize imkân verdi. Dolayısıyla ciddi miktarda zaman kazandık. Tabii ki, bu zamanın mislini batan karda iz açarken kaybedecektik... Trakörden inip kısa sürede yürüyüşe hazırlandık ve Ecemiş fayını arkamızda bırakarak tek izde beş gölge Karayalak’a doğru ilerlemeye başladık (Foto 1). Şimdi size, arkadaşlarıma yaptığımın aynısı olan itirafta bulunacağım. Vadiye girip biraz ilerleyene kadar bekledim ve sonra: ‘ben ilk defa Karayalak vadisine giriyorum’ dedim. Gerçekten de buraya en fazla bir kış vakti Emler batı yüzüne yaptığım bir deneme esnasında yaklaşmıştım. Herkes çok garipsedi, hatta Cem bunun dağ delisi için garip kaçtığını söyledi. E hakkı da vardı. Direktaş klasik ekibinin toplam dağcılık deneyimi 50 yılken, silsilenin bu çok önemli yoluna yabancı büyümüş olmak bana da çok garip geliyor. Öte yandan vadide ilerledikçe ve kara battıkça işkenceye dönüşen yaklaşım safhası, belki de bunca zamandır bilinçaltımın buraya girmenin olası sevimsizliklerinden beni koruyormuş olduğunu düşünmeme neden oluyordu. Gerçi, mesela Eznevit – Karasay sırt hattının devasa kuzey yüzünde olası onlarca rota keserken az zevk almadım değil (Foto 2). Ama saat 9.15’te Salim’den ayrıldığımızı ve akşam 19.00’da kamp attığımızı düşünürseniz Karayalak için size ‘Lasciate ogni speranza, voi ch'entrate12 demek isterim. Çelikbuyduran’a yaklaşırken yürüyüş temposunu ancak adım sayısına tekabul edecek bekleme süresi oyunu ile toplayabiliyorduk. Bu yaptığımızın, son derece önemsiz faaliyetimizi sanki bir 8,000’lik ekspedisyonu havasına sokmasıyla bir yandan kendimizle dalga geçiyorduk.
Kamp yerimiz zannettiğiniz gibi Direk gölü yakınlarında bir yer değil. Kamp yerimizin bir tek özelliği varsa o da Çelikbuyduran geçidine yakın olması. Doğru bildiniz, hava kararıp da ortada dımdızlak kaldığımızda kapıyı ancak geçmiş ve kış vakti batan güneşin hızla değiştirdiği koşullarda bir karar vermeye çalışıyorduk. Yürümeye devam etmek hem üşümek ve yıpranmak, yorgunluktan dolayı hata yapmak ve ertesi gün bize gereken o çok değerli enerjiyi kaybetmek anlamına geliyordu. Beşimiz oy birliği ile oracıkta kamp atmaya karar verdik. Oracık, Yedigölburnu’nun Emler’e bakan tarafında bir düz alandı. Az evvel elli yıllık toplam tecrübe falan diyordum ya, işte o cümleyi nasıl çadır kurduğumuzu anlatırken aklınızda tutun diye de sarf ettim. Neden mi? Efendim çünkü orta sertlikteki rüzgar bulgur büyüklüğündeki kar kristallerini rastgele savururken, çadır bilmediğimiz dilini konuşan heyecanlı Uzakdoğulu şahsiyetine bürünmüş, anlağımızın kavrayamayacağı vücut diline anlam yüklememizi bekliyor! Hangi pol nereden geçiyor, turuncu olan mı metalik renk olan mı ana gövdeden geçecek? Dış tente nereden gerilecek hepsi bir muamma! Hava soğuyor ve dışarıda geçirdiğimiz her saniye ertesi günden yiyor…
Durum böyleyken büyülü bir şey oldu. Hiçbirimiz ne sabrını yitirdi, ne saçma bir şey yaptı. O anın büyüsünü ifade etmek için geçen gün okumaya başladığım bir kitaptan alıntı yapacağım: ‘Birlikte çalışmakta bulduğumuz haz bizi fevkalade sabırlı yapmıştı; eğer asla sıkılmıyorsanız mükemmelliği yakalamak için uğraşmak çok daha kolaydır.’13 Tamam tamam, işin içine mükemmeliyeti katarak belki biraz abarttım, ama özünde benim hissettiğim buydu; yani birlikte olmaktan alınan haz. Yoksa işler berbat olsa dönüş bileti hazır, gate ise birkaç saatlik yolculuk kadar yakın. Umut ve Uğur çadırlarına yerleşmiş vaziyette su kaynatma safhasına geçmişken bizler işbölümünde özelleşip biraz daha uğraş verdikten sonra sonunda kendimizi rüzgârsız alana atabiliyoruz. Sıcak birşeyler içip karnımızı doyurduktan sonra 21.15 civarında tulumlarımıza çekiliyoruz. Ertesi gün bundan da uzun bir gün olacak.
Foto 2 |
Dağa yaklaşım
Şimdi eğri oturup doğru konuşalım: kar koşulları batak, mesafeler uzun, yükümüz ağır ama eğer Yedigöl’de kış şartları diyorsanız bundan iyisi de olamaz. Saat dörtte karanlık çadırda doğrulmaya çabalarken aklımda sadece bu düşünce dolanıyor. Uğur ve Umut’un çıkacakları rota bizimkine kıyasla çok daha zor ve onlar faaliyetlerini bir gün uzatmak pahasına o günü dinlenmeye ayırmaya karar vermişlerdi. Dolayısıyla koskoca çanakta ayık tek bir ruh varsa o da benim, bana da ne kadar ayık diyebilirsek. Dakikalar birbirini kovalarken Cem ve Alper tulumlarından dışarı çıkmak için zamanı cömertçe kullanıyorlar. Sonunda 4.30’da tam anlamıyla eyleme geçmeye hazırız. Yiyor, içiyor ve şafak rüzgârının geçmesini bekliyor ve saat 6.00’da yola koyuluyoruz. 6.40’da Kızılkaya’nın zirvesi güneşi görüyor ve hayatımız renklenmeye başlıyor. İz açma işi ne kadar zorsa, Direktaş güneybatı yüzünün dibine yaklaşacak en zahmetsiz rotayı kestirmek de bir o kadar zor. Bu şekilde saat 7.15’te güzel bir noktadan nihai rotayı kestiriyoruz. Fakat bir sorun var, Batı-Güneybatı’dan Doğu-Kuzeydoğu yönünde kocaman bir cirrus boydan boya geçiyor platoyu (Foto 3)! Kötü ihtimal sıcak bir cephenin önünden gelen bu yalnız ama kırılgan bulut 12 saat sonra bozacak havanın göstergesi, meğerki yalnız kalmazsa. Vâkıâ, o sırada bir arkadaşı süslemiyorsa da gökleri, güneyden birkaç tanesi yarım saat sonra gözükecekti…
Foto 3 |
Tırmanış
Foto 4 |
Büyük bir sorunla karşılaşmadan saat 10.00’da rotanın altına varıyoruz. Rotanın ilk kaya etaplarının başladığı yere kadar önce geniş bir koni olarak başlayıp sonra gitgide daralan bir kar-buz alanı. Vardığımız saatte bu aşağı kısım tamamen gölgede. Güneybatıya baktığı için akşam güneşini almış ve belki sertleşmiş karda yükselebilme umuduyla yaklaşıyoruz rotaya. Heyhat, hiç de öyle değil. Batmalar ve çıkmalar tek bulduğumuz. Ama çok geçmeden rüzgârdan sıkışıp sertleştiği için ağırlığımızı taşıyabilen kar kesimlerini keşfediyoruz. Ekibimiz o kadar uyumlu ki, herkes iz açma, rota kestirme ve genel süreçte rol alıyor. İşte tırmanmak böyle zamanlarda güzel, güzel havalarda14 güzel… Kulvarın bittiği yerde ben ayaklarımda krampon olduğu halde önden kayaya geçiyorum. Bu beş metrelik yan geçiş Tüzel’in kitabında (III) derece olarak nitelenmiş (Foto 4). Bittiği yerde ise iki sağlam sikke mevcut. Tırmanış boyunca gereksiz hiçbir risk almamaya karar verdiğimiz için mümkün olduğunca emniyetli tırmanmaya çalışıyoruz. Aldığım istasyondan önce Alper sonra da Cem’i yanımdaki sete alıyorum. Buradan sonra 30 m’lik dar bir kulvarda yükselinen kaya etabı bizi tekrar bir kar alanına çıkartıyor. Sola yaptığımız bir yan geçişten sonra yaklaşık 100 metrelik sert karda hızla yükselmeye başlıyoruz. İşte yaşamaktan büyük zevk alıyorum! O an orada olmaktan, yaşadığım şeyleri iki arkadaşımın da yaşadığını bilmekten ve daha da önemlisi göz göze geldiğimizde bunu paylaşmak için tebessümün yeterli olduğunu bilmekten dolayı… Kulvarın sonu çatal yapıyor, sağda dapdar bir çatlak ve solda ise bir baca. Rota bacadan devam ediyor. Kazma ve kramponlarla 10 m’lik bu etabı da çıkıyoruz ve yatık kar alanlarından 20 dakikalık bir yürüyüşle saat 12.40’da zirvedeyiz. Büyük bir sevinç yok, rahatlama da yok, yani zirve sadece yolun bittiğinin ve kesintisi olmayan panoramik fotoğraflar çekebileceğimizin işaretçisi (Foto 5). Zaten bir de aşırı rüzgârlı. Gerçi kaya pasajlarının sert dönüşler yaptığı kısımlarda berbat spindrift ile tanışmıştık ancak zirvedeki durum çok da dayanılır değildi. Zirve defterini aradık bir süre, önce dağınık kâğıt parçaları, sonrasında ise bir poşete konmuş düzenli kağıt parçalarına rastladık. Bir de kaleme. Evet, Direktaş’ın tepesinde bir kalem ve bir tutam kâğıt, beş dakikaya sığdırılabilecek atalet var. İşte zirvede bunu bulduk. O yüzden bir şey çiziktirmeden inmeye karar verdik. Geldiğimiz yerleri hızlıca indik ve az önce çıktığımız baca etabında babadan emniyet alarak, alttaki kaya pasajını ise tek bir sikkeden ip inişi ile indik.
Rotanın dibine vardığımızda saat 14.30’du. Yani toplam 4,5 saatte çıkıp inmişiz Direktaş’ı. Düşünün artık koşulların ne kadar ideal olabildiğini. Kendimize rahat bir yer bulup su eritmeye ve karnımızı doyurmaya karar verdik. Çünkü kampa kadar yolculuğumuzun ne kadar süreceği meçhul, daha uygun bir yerde mola vermek belki de imkânsız. Umut ve Uğur’la telsiz bağlantısı kuruyoruz. Onlar ise rotanın durumuna bakmak için dihedralin altına gitmişler ve geri dönüş yolundalarmış. Dönüşümüzün karanlığa kalacağını bildiriyoruz. Bol bol içip ve getirdiğimiz yiyeceği tükettikten sonra saat 15.30 gibi odyssey’imize kaldığımız yerden devam etmeye başlıyoruz.
Artık rüzgar iyice güçlenmiş, saatler ilerledikçe bulutlar her yönden Yedigöl çanağına akın ediyordu. Gerçekten cirrustan hareketle yaptığımız 12 saat sonra havanın bozacağı kehaneti tutmuş ve saat 18.00’da bize cehennemi yaşatıyordu. Buz gibi rüzgârın keskinliği sürekli savrulan buz parçaları ile katmerlenmiş ve saatlerdir yürümenin verdiği bitkinlik, bıkkınlık ve moralsizlik ile yerini gayet iyi bildiğimiz halde kamp yerinin belki de şurada olabileceğine dair saf ve boş umutlar besliyorduk. Açıkçası o kadar yorgunluğu kaldırabilmek için insanın kaya gibi sinirlere sahip olması lazım. Yine sırayla iz açıyoruz ama lanet olası yol bir türlü bitmek bilmiyor, kamp yerinin ardında olduğu kaya bir türlü yakınlaşmıyor. Tabii bir de gelirken açtığımız izlerin kapanmış olduğunu, hatta Umut ve Uğur’un vadi tabanındaki izlerinin bile yok olduğunu belirtmek isterim. Nuri Bilge Ceylan, Uzak’ının başında bize karları aşan Yusuf’un bitmek bilmez yürüyüşünü hissettirir ya, herhalde 5 dakikalık o sahne 1 saat gibi gelmiştir izleyiciye. Kuş uçuşu 3 km’lik Direktaş – Çadır mesafesi, moren sırtları, hörgüç kayalar ve buzul çanağının geometrisi ile 5 km’lik bir yürüyüşe dönüşürken, batan kar yüzünden biz ancak saatte bir kilometre hızla ilerleyebiliyoruz. Yani şehirde sürünsem böyle bir hızla ilerlerdim herhalde. Ama zahmetler sona eriyor, saat 20.30’a gelirken bir çadır gösteriyor kendini.
Hava artık orta şiddetli bir fırtınaya dönüşmüş durumda. Ertesi gün Umut ve Uğur dihedrale girmeyecekler. İşte Uğur için ikinci kez orada üzülüyorum; çünkü rotayı incelediklerinde apaçık olduğunu görmüşler. Yani girebilseler çıkarlardı. Yapacak başka bir şey yok. Ertesi sabah 4.00’de kalkıp burayı terk edeceğiz artık. E, terk-i mekan’da ferahlık olsun artık. Bize hazırladıkları iki termos suyu veriyorlar. İşte ihtiyacımız olan şey bu! Azıcık da atıştırdıktan sonra çok vakit harcamadan uykuya dalıyoruz.
Foto 5 |
Geri dönüş
Sabah yine 4.30’da uyanıp hazırlıkları tamamladığımızda hava da aydınlanmış artık. Eziyet, eziyet, eziyet. Görüş mesafesi en fazla 100 metre civarında, o da eğer kontrast yaratacak bir kaya parçası kafasını kaldırmışsa. Yedigöl olmuş bir alçak basınç alanı, sis çökmüş, rüzgâr sert. Saat 7.30’da toplu bir fotoğraf çekebiliyoruz. Fakat Çelikbuyduran’a kadar ne kadar nasıl yorulduğumuz, geçitten sonra yaklaşık 3000m’ye yerleşmiş battaniye misali bulutların altında görüşün nasıl açıldığını ve sıcaklığın yükseldiğini, ve 12.00’a kadar süren geri dönüş yolculuğunun nasıl sorunsuz geçtiğini anlatmayacağım. Çünkü bu yazıyı buraya kadar okumuş herkes Aladağlarda kışın yapılan herhangi bir faaliyetin aşağı yukarı böyle geçtiğini bilir. Tabii varyeteler sınırsız: alabalık bulmak için yanlış yola girip arabayı omuzlamak zorunda kalmak, bulamayınca küçük ve güzel bir orta Anadolu şehri olan Güzelyurt’un bir lokantasının herşeyini yemek gibi ekler konusunda hayal gücünüzü çalıştırmanın vaktidir artık.
Ve son söz
Faaliyetten sonra Batur tebriklerini sunarken, “bildiğim kadarıyla Direktaşın 3.; bu rotanın ilk kış çıkışını yaptınız (ben güneyden çıkmıştım)” diyor. Yazıyı yazmadan evvel bir miktar internet araştırması yaptım, gerçekten Batur’un söyledikleri doğru mudur diye. Hiçbir kayıtlı kış çıkışı bilgisine ulaşamayınca, tek ihtimal olan Mustafa Nalbant’a ulaşmak ve HÜDDOSK’luların kış çıkışının olup olmadığını sormak kalmıştı. Meğer varmış. 2002 Şubat’ında Çelikbuyduran’ın altı kamp yeri olmak üzere Selahattin Günen, Ergül Pekesen, Volkan Öğdüm, Gökhan Hisarcıklılar ve bir gün sonra Uğur Serindağ ve Filiz Yaşar klasik rotanın çıkışını yapmışlar. Bildiğim bu çanakta kış tırmanışı yapmanın en büyük zorluğu yaklaşımın uzunluğu ve zahmeti. Yoksa rota anca ilk senesindeki bir dağcının çıkabileceği kadar zor. Fakat ben çok mutluyum, çünkü güzel havalar, sıkı bir ekip, harika bir takım uyumu ve Direktaş’ı evinde ziyaret etmenin haklı gururunu yaşıyor ve birlikte tırmanırken, yürürken, iz açarken ya da dağlara bakarken bulduğum hazzın bana kattığı fevkalade sabrı takdir ediyorum.
|
Yazı & Fotoğraflar: Ali D. Özbakır
Rota: Direktaş Güneybatı Yüzü (Tanım için bkz. Tüzel, ...)
Ekip: Cem Baytok, Alper Işın Duran, Ali Değer Özbakır
Zorluk: PD+, M1, 400 m (tek bir pasajda III), II
1 TDK’ya göre bu kelimenin Türkçe yazımı ‘fantezi’ymiş. Bu önerilen yazım midemi bulandırıyor. Ucuz bir pavyon sloganından kopup gelmiş gibi.
2 Burada George Perec’in Les Choses: Une histoire des années soixante’a göndermede bulunuyorum. Perec’in kahramanları sadece şeylere odaklanmakta ve Perec o şeyleri büyük bir teferruatla anlatmaktadır. Şu ana kadar metalaşma konusunda okuduğum en iyi edebi eserdir. Şeyler’i dağa yaklaşırken düşünüyordum sanırım. Şöyle ki, biz hala dağcılık yapmaya hevesli ve onu tüketmeden yaşam boyu sürdürmek isteyen insanlarız. Bu bağlamda çağdaşlarımız doğa sporu yapanlardan ayrılıyoruz. İhtiyacımız olan birazcık motivasyon; o kadar. Bu anlamda biz eskinin insanıyız. Bu da beni “yeraltı adamına getiriyor.”
3 Bertrand Russel bir gün kozmoloji üzerine bir konferans veriyormuş. İşte dünyanın nasıl güneş etrafında döndüğünü anlatıyor, galaksilerden söz ediyor falan. Konferansın sonunda arkalardan yaşlı bir kadın söz almış ve Russel’a ‘anlattığınızın tamamı saçmalık. Dünya bir tepsi kadar düzdür ve dev bir kaplumbağanın sırtında durur’ demiş. Russel küçümser bir ifadeyle kadına bakıp ‘pekiyi, kaplumbağa neyin üzerinde duruyor?’ diye sorduğunda kadın ‘dibine kadar kaplumbağa’ yanıtını vermiş.
4 Yeraltından notlar’daki yeraltı adamının saptaması. Üçümüzün de biraz yeraltı adamını andırdığını hissediyorum. Kitabın girişini hatırlarsanız: “Ben hasta ve habis bir adamım…” . Bu da Alper’in Türkiye’de hâlâ dağcılık yapmaya çalışmanın biraz akıl hastalığı olduğu görüşüyle birleşiyor.
5 Faaliyet raporu burada: www.itudak.itu.edu.tr/faaliyet.php?what=report&id=254
6 Bu arada Ballıkayalar’da çevre talanından nasibini almak üzere. Eğer hala gitmeyeniniz varsa son şansınız.
7 Umut’un vimeo sayfasında bahsettiğim iki videoyu da bulabilirsiniz: vimeo.com/user16953627
8 Kendi bloğumda o zamanki izlenimlerimizi kaleme aldığım linkteki yazıya bakabilirsiniz: dagdelisi.wordpress.com/2013/07/29/uc-sikke-bir-cekic-bir-de-keser-mustafa/#more-2268
9 Mesela yine bir kış vakti orta Anadolu’ya otobüsle gitmenin bende uyandırdığı şu linkteki izlenimlere bakarsanız pek de birşeyin değişmediği ortaya çıkıyor: dagdelisi.wordpress.com/2012/04/06/aladaglarda-bir-kis-faaliyeti/
10 Benimkisi çok karışık, yani evet Ruhi Su var ama Nusret Fateh Ali Khan (Dulhe Ka Sehra Suhana Lagta Hai), Dvorak (Yeni dünya senfonisi, 4. kısım), Mavi Sakal (İki yol), Vinicius de Moraes (Canto de Ossanha), Jacques Brel (Dans le Port de Amsterdam), Radiohead (Reckoner), Jun Miyake (The here and after), Selanik Türküsü gibi... Son derece eklektik ama hepsinin ortak özelliği olan yoğun hislerle yoğrulmuş diyebilirim. A bu arada, her sene değişiyor olabilir liste.
11 Her faaliyet öncesi bakmayı alışkanlık edindim linux-server.ims.metu.edu.tr/metuwrf/index.php?sayfa=tr°isken=temp2m&saat=12
12 Dante, cehennemin kapılarından geçerken ‘Her kim buraya girerse, tüm umudunu kesmelidir’ yazısını görür. Karayalak vadisinin yazın bir ısı kapanına dönüştüğünü düşünürsek Dante’nin Aladağlardan bahsettiğini de ispatlamış oluruz. Cehennem kelimesinin de İbranice ge hinnom’dan geldiğini ve anlamının Hinnom vadisi olduğunu da eklersem, analojiyi tamamlamış oluyorum umarım.
13 “The pleasure we found in working together made us exceptionally patient; it is much easier to strive for perfection when you are never bored.” D. Kahneman, 2011. Thinking fast and slow. Penguin books, 500pp. Kitap insan zekasının algısal, sezgisel ve analitik süreçlerini inceliyor ve bunların karar verme süreçlerine etkisini ele alıyor. Aslen psikoloji tedrisatından geçmiş olan yazar, ekonomi dalında Nobel ödülüyle taçlandırdığı uzun akademik kariyerinde insanın tabiatı gereği rasyonel olduğu kabulünü reddediyor. Doğru tahmin! Evet, dağcılık yaparken aldığımız kararlar, bunu yapmaya karar vermemiz ve hala yapıyor olmamızın sebeplerini merak ediyorum.
14 Hikaye, Cagliari’nin fethinden sonar Aragones, şehre nazır Buen Ayre tepesini üssü olarak kullanır. Bu isim, bataklığa kurulu şehre hakim olan pis kokuların buraya ulaşmaması yüzünden, güzel havalar anlamında konmuş. Lütfen bu hikayeyi şehir ve dağ dikotomisi için koyduğum bir metafor olarak alın.
|