Uzun zamandır gözümü daha yükseklere ve uzaklara dikmiş vaziyetteydim. Sonunda bu hedeflerimden birincisini başarılı bir tırmanışla
gerçekleştirdim.
Öncelikle belirtmeliyim ki Vikingen Hotels’in işletmecisi sevgili dostum Mehmet Baş ve Şevkibey Hotel’in sahibesi çok değerli
Nermiye Hanım bana inanıp sponsor olmasalardı dört senedir aklımda olan ve gidemediğim bu dağa bu sene de gidemeyecektim. Değerli
sponsorlarıma olan minnettarlığım bir ömür boyu sürecek çünkü sayelerinde hayallerimin ilk ayağını gerçekleştirdim. Çok teşekkür
ederim.
Aconcagua Dağı 6962 m yüksekliği ile Güney Amerika Kıtası’nın en yüksek zirvesi olup And dağları silsilesinde bulunmaktadır.
Tırmanış süresi üç ay olup çok çeşitli rotaları mevcuttur. Gerek yüksekliği ile, gerekse ani değişen sert hava koşulları ve kuru
havası ile Himalaya dağcılarının son hazırlık tırmanışlarını yapmak için tercih ettikleri bir dağdır.
Aconcagua tırmanışlarının başlangıç noktası Puente Del Inca (2700 m). |
Taşıyıcı ve katırlarımız ile Kamp Confluencia’ya (3200 m) doğru yürüyüş. |
Ben tırmanış ekibine yalnız katıldım ve ekibin geri kalanı ile 4 Şubat günü Arjantin’in Mendoza şehrinde buluştum. Ekipte 8 farklı
ülkeden 13 dağcı vardı ve bize 4 rehber eşlik etti. İlk gün izin işlemlerini hallettikten sonra araç ile 2700 m’de bulunan Puente
Del Inca’ya gittik ve geceyi bir hostelde geçirdik. 6 Şubat’ta Puente Del Inca’daki hostelden milli park sınırına geçtik ve ilk kamp
olan Confluencia’ya doğru (3200 m) yürüyüşümüze başladık. Burada sonraki 17 gün boyunca evimiz olacak çadırlarımızda 2 gece geçirdik
ve ikinci gün 3950 m’ye aklimatizasyon için bir trekking yapıp geri döndük.
Confluencia’dan 8 Şubat günü ana kamp olan 4300 m’deki Plaza De Mulas kampına doğru tırmanışa başladık. Yaklaşık yedi buçuk saat
süren uzun ve yorucu bir yürüyüşten sonra Plaza De Mulas’a vardık ki burası sonraki 5 gün için evimiz olacaktı. Burada 9 Şubat’ı
istirahat ile geçirdik. 10 Şubat günü yüksek irtifaya uyum sağlamak için 4900 m’de bulunan 1. kamp’a (Camp Canada) tırmanış yapıp
geri döndük. 11 Şubat’ı yine istirahat ile geçirdik ve 12 Şubat günü yine aklimatizasyon programının bir parçası olarak Bonete
Dağı’na (5050 m) zirve tırmanışı yaptık. 13 Şubat’ı yine istirahat ile geçirdik ve bu istirahat günlerinde yeme ve içmeye daha çok
özen gösterip vücudumuzu güçlü tutmaya çalıştık. Ancak zaman geçtikçe yüksek irtifanın etkileri daha fazla belli olmaya başladı ve
bir arkadaşımız helikopterle aşağıya inmek zorunda kaldı.
14 Şubat’ta, yani sevgililer gününde, ben de kendi sevgilime doğru tırmanışa başladım. Ana kamp Plaza De Mulas’tan 1. kamp Camp
Canada’ya (4900 m) tırmandık. Yalnız Bonete’ye çıkışta dizini incitmiş olan Arjantinli arkadaşımız ana kampta kaldı. Üç saatlik sıkı
bir tırmanışla Camp Canada’ya vardık ve hemen çadırlarımızı kurup gerekli hazırlıkları yaptık. Artık daha üst kamplar ve zirve için
gerekli hazırlıklarımıza da başlamıştık.
Aklimatizasyon için iki gün kaldığımız Confluencia kampının 3400 m’den görünümü. |
Aconcagua Dağı Kuzey Yüzü’nün Confluencia kampı yakınlarından görünümü. |
Soğuk ama bence güzel bir gece geçirdikten sonra sabah çadırdan çıktım ve yaklaşık 15 dakika kadar eşsiz manzarayı tek başıma
yaşadım. Tüm ekip uyandıktan, soğuk sütlü kahvaltımızı yaptıktan ve tüm malzemeyi toparlayıp sırt çantalarımıza doldurduktan sonra
tekrar tırmanışa başladık. Şimdiki hedefimiz 2. kamp yani ‘Camp Nido De Condores’ti ve 5300 m’deydi. Hem irtifanın giderek artması,
hem de yüklerin ağırlaşması vücutları zorluyordu. Vücudun tepkileri yüksek irtifanın etkisi ile değişmeye başlamıştı. Ancak dağcılık
böyle bir şeydir; sınırlarımızı bulmamıza yardımcı olurken aynı zamanda da acı çektirir. İlginç olan bir süre sonra insanın bu
acıdan bile zevk duymaya başlıyor olmasıdır.
Dört saatlik bir tırmanış sonunda 2. kamp ‘Nido De Condores’e ulaştık. Yorgunluk dışında ekiptekilerde herşey yolunda görünüyordu.
Tıpkı 1. kampta olduğu gibi önce çadırları kurduk sonra hazırlıklar ve yemek. Tek fark daha yüksekte olmamızdı ve hareketlerimiz
daha da yavaşlamıştı. Neyse ki bende en ufak bir sıkıntı yoktu. Ne yemek yememde, ne sıvı tüketimimde, ne uykumda, ne de solumada en
ufak bir sorun yaşamıyordum. Geceyi tulumumun içinde bebekler gibi uyuyarak geçirdim. Ve yine muhteşem bir sabaha uyanmanın keyfini
yaşadım. Kahvaltımızı yapıp malzemelerimizi topladık. Hedef kamp üç.
Üçüncü kamp (Camp Colera) zirve öncesi son gecemizi geçireceğimiz, en yüksek kamp alanı ve 5900 m yükseklikte. Ekiptekilerin
yüzlerinden ve hareketlerinden yaşadıkları sıkıntılar artık belli olmaya başladı. 18 yıllık dağcılık geçmişim, irtifa tecrübem ve
bir haftalık sıkı bir antrenman sayesinde ben daha kolay aklimatize olabildim. Rehberlerin her kampta ölçtükleri oksijen
satürasyonum hep çok yüksek çıktı ki bu da yükseğe ne kadar rahat uyum sağladığımı gösteriyordu.
Aconcagua tırmanışlarında ana kamp olarak kullanılan Plaza De Mulas kampı (4300 m) ve arkada Aconcagua
Dağı (6962 m). |
Plaza De Mulas kampında (4300 m) bulunan ve Miguel Doura tarafından işletilen The Nautilus sanat galerisi. Bu
galeri 2010 yılında Guinness rekorlar kitabına da Dünya’nın en yüksek modern sanat galerisi olarak
girdi. |
Son kampta herşey daha yavaş. Artık zirve yolunun başlangıcı görünüyor. Hava güneş batmamış olmasına karşın oldukça soğuk. Bizim
çadırımızı kurduktan sonra diğer arkadaşların da çadırlarını kurmalarına yardımcı oldum, çünkü gerçekten zorlanmaya başladılar. (Bu
kampa kadar benim hem otelde oda arkadaşım, hem de kamplarda çadır arkadaşım olan İngiliz Tim Barnes gayet güzel performans gösterdi
ki ilk ve tek yüksek irtifa tecrübesi Kilimanjaro.) Tim çadır içinde istirahate geçtiğinde ben, her kampta olduğu gibi, etrafta
dolaşmaya başladım. Fotoğraf çektim, manzaranın keyfine vardım ve ince havayı bol bol içime çektim. Zirve yolunda tek başıma 100 m
kadar yükseldim.
- Aman Allahım burası çok güzel, sana teşekkür ederim! dedim kendi kendime.
- Tüm ekibimize sağ salim zirve yapıp dönmeyi nasip et Allahım! diye yalvardım. Çünkü bu sezon bizden önce 4 dağcı kötü hava, yüksek
irtifa ya da düşme sonucu hayatını kaybetmiş. Bu çok acı. Daha kötüsü, biz oradayken 2 kişinin daha öldüğü haberi geldi üst
kamplardan. Hepimiz çok üzüldük çünkü biz de dağcıyız ve oradayız. Daha bu haberin şokunu atlatamadan yeni bir haber daha: Bir dağcı
kayıp ve bir başkası da ölmüş… Şoktayız ama ‘dağlarda böyle şeyler olur, bunu biliyoruz’ diyoruz kendimize ve birbirimize, neticede
biz bunun bize de olabileceğini bilerek geldik buraya. Yine de kim ölümü kabullenmiş ki biz de kabullenip rahat olalım. Ertesi gün
arama-kurtarma ve lojistik için kullanılan milli park helikopteri dağın her yerinde uçarak kayıp dağcıyı aradı, “Allahım inşallah
ölmemiştir” diye sürekli dua ettim kendi kendime.
Sabah saat 05.00’ti ve 1 saat sonra tırmanış başlayacaktı zirve için. Tanrım bu ne soğuk, çadırın içi ve uyku tulumlarımızın üzeri
kalıp olarak buz tutmuş. Tim’in sıcacık tulumdan çıkmaya niyeti yok gibi ama zorluyor kendisini. Ben ise çoktan hazırdım her zamanki
gibi. İlk kez bu kampta gece uyuyamadım ama sebebi irtifa değildi; Tim’in telefonu donduğu için ve bataryası bittiği için saati
kuramadı. Ben ise bataryası tek çizgi kalmış telefonumun alarmını kurdum ve kapattım ki sabaha kadar batarya dayansın. Bu yüzden de
gece tuvalet ihtiyacı haricinde 3-4 kez de saati kontrol etmek adına telefonu açıp kapatmak için uyandım ve gecem bu yüzden oldukça
kötü geçti. Dışarıda durmak imkansız. Ben botlarımı giymiş çadır içinde beklerken Tim de hazırlandı. Herkes hazır olduğunda
tırmanışa başladık. Evet bugün büyük gün. Ödenen onca para, uzun yolculuk, harcanan zaman, çekilen sıkıntılar… hepsinin ödülü bugün
sahiplerini bulacak. En büyük ödül sağ salim zirve yapmak ve geri dönmek elbette.
İkinci kampımız olan Nido De Condores’e (5300 m) tırmanış. Arkada Horcones Vadisi ve 5000 m üzerindeki zirveler. |
Nido De Condores kampında (5300 m) gün doğumu. En solda Şili-Arjantin sınırındaki
Llullaillaco (6739 m) zirvesi ve diğer 5000-6000 m arası dağlar. |
Tırmanışa başlar başlamaz diğer bir Arjantinli dostum da kampta kalma kararını açıkladı, irtifa onu kötü etkilemişti. “Umarım daha
kötü olmaz!” dedim ve tırmanışa devam ettim. Hava çok soğuk adeta lahana gibi üst üste giyinmişiz ancak rüzgar bize “Boşa
uğraşmayın. Beni yaşamadan, üşümeden, zirve yapmak yok.” dercesine iliklerinize işliyordu. İlk iki saatin sonunda ayak parmaklarımı
ve topuklarımı hissetmiyordum. Isıtıcım vardı ama botları çıkarıp onları giymek o kadar zor geldiki bunu yapmaya yeltenmedim bile.
Beynimden ayaklarıma mesaj göndermeye çalıştım: “Isınacaksınız, ısınacaksınız ve bu tırmanış olacak!” Ayak parmaklarımı her adımda
hareket ettirmeye başladım ve çok şükür yarım saat kadar sonra sağ ayak parmaklarımı, 6-7 dakika kadar sonra da sol ayak
parmaklarımı hissetmeye başladım. Artık beni kimse tutamaz, çok mutluyum. (Ekiptekilerse daha kampta, çadırlarındayken, hem el, hem
de ayak ısıtıcılarını kullanmaya başlamışlar.)
Yavaş yavaş yükselirken yaklaşık 6200 m civarında bir fire daha verdik. Ekibin tek bayan dağcısı, Norveçli kız, irtifadan etkilenip
bir rehber eşliğinde aşağı kampa indi. Yüksek irtifada kişi beyne daha az oksijen gitmesi nedeniyle sağlıklı düşünemiyor ve karar
alamıyor. Bu yüzden rehberlerin gözlemleri ve kararları çok önemli. 6300 m civarında 2 fire daha; İrlandalı ve İtalyan dağcılar da
irtifadan etkilendikleri için, rehberler dönmelerini istedi. Onlar dönmeye ikna olana kadar biz soğuk havada ve kar-buz üzerinde 15
dakika kadar bekledik, bu da bizi kötü etkilemeye başladı. Ama devam ettik ve 6400 m’de bulunan ve “Indinendencia” denilen ve
genelde kırılma noktası kabul edilen sırta çıktık. Burada da 2 fire verdik; çadır arkadaşım Tim ve Arjantinli bir diğer dağcı da
burada dönüş kararı aldı. Artık geriye 2 rehber ve 4 dağcı kalmıştı. Rehberimiz Pepe ısrarla “Nasıl hissediyorsunuz? Devam
edebilecek misiniz?” diye sordu. Ben tam arkasındaydım ve “Bomba gibiyim! Tabiî ki devam edeceğim” diye yanıtladım. Diğerleri de iyi
olduklarını ve devam etmek istediklerini belirttiler. Artık kritik noktadayız, zira bir kişi bile “kötüyüm!” derse herkes için geri
dönüş kararı alınacak. Bu kararın alınmak zorunda kalınmaması için sık sık dua ettim. Ekipte daha önce hiç dağa çıkmamış, hiç
krampon kullanmamış, Arjantinli, genç bir dağcı var ve benim gözüm hep onun üzerinde. Bütün etkinlik boyunca Arjantinlilerle aram
çok iyi olduğundan tırmanış ekibinde kalan son Arjantinli “kendisine dikkat etmemi ve yardım etmemi” istediğinde onu kıramadım. Ona
“Önüme geç. Ben seni kontrol etmeye çalışacağım.” dedim ve bir süre böyle devam ettik. Diğer dağcıları 3. kampa geri götüren rehber
Vlad’ın yetişmesiyle ve Arjantinli arkadaşım da çok yavaşladığından ona teslim ettim ve ben kendi tempomda (rehber’in arkasında)
tırmanmaya devam ettim. Artık “Traverse” denen bölüme gelmiştik ve burası dik, buz-çarşak karışımı bir yer. Burası için rehberler
özellikle uyarıda bulunuyorlar: Çok dikkat etmemizi, düşmemiz durumunda kimsenin bize yardımcı olamayacağını ve duramayacağımızı
söylüyorlar. Aslında bana Türkiye’de karşılaştığım bazı rotalardan daha zor görünmedi ancak yüksek irtifanın etkisi burayı epey
zorlaştırdı. 6 kişinin dikkatli bir biçimde burayı geçmesi yaklaşık 2 saatimizi aldı. Sonunda uzun bir mola verebileceğimiz “Cave”
(mağara) denen yere geldik. Aşağıdan burada bi grup dağcının dinlendiğini görmüş ve içimden “Şimdi orada oturan ben olsam ne güzel
olurdu!” diye geçirmiştim ve işte buradayım. Burası yaklaşık 6700 m civarında ve buradan aşağıyı ve etrafı seyretmek harika.
Birşeyler yedik, birşeyler içtik. Biraz dinlendikten sonra rehberin “Two minutes to go, guys!” (“Gitmeye iki dakika arkadaşlar!”)
sözüyle kendimize geldik. Arjantinli arkadaşım çok yorulduğu için çantasını burada bıraktı ve son bölüm olan “Canallette”yi
tırmanmaya başladık. Burası Traverse’den daha dik ve tehlikeli bence çünkü hem daha yüksektesiniz ve hareketleriniz daha bir kontrol
dışı; hem de çok fazla taş düşüyor. Ayağınızın altından kaydığı gibi yukarıdan diğer dağcılar da düşürebiliyor. Bu yüzden çok ama
çok daha fazla dikkatle ve büyük bir tedirginlikle burayı tırmanırken olan oldu: Bizden önce hareket eden Çinli gruptan üzerimize
taş düştü. Öndeki ekip olarak bizler biraz hızlandık. Arkada kalan arkadaşlara da “Gelmeyin!” diyerek aramızı açtık. Dökülen taşlar
aramızdan vızıldayarak geçti. Neyse ki şansımız yaver gitti, hiçbirimize birşey olmadı.
En sonunda zirvenin altındaki son kayalık bölümü gördüm. Çok mutluydum ve bıraksalar koşarak tırmanacaktım bu son bölümü. Kendime
zor hakim oldum. Kendime yüksek irtifada ve tehlikeli bir geçişte olduğumu hatırlattım. En ufak bir hatanın sonunun ölüm olduğunu
çok iyi bildiğimden kendimi frenledim ve ağır adımlarla rehberin arkasında tırmanmaya devam ettim. Ve 10 dakikanın sonunda işte
zirve…
Bütün o çekilenler ve yaşanan onca zorluğun ödülü gösterilen azim, kararlılık, inanç ve çok çalışmanın sonucu ayaklarımın altında.
Allahım harika! Sana şükürler olsun, zirvedeyim! Evet, 6962 m’de, Güney Amerika’nın en yüksek dağının zirvesindeyim! 13 kişilik
ekipten zirveye ulaşabilen 4 kişiden biriyim. Tarif edilemez bir mutluluk bu ve inanın tarif etmeye uğraşmayacağım bile…
Bol bol fotoğraf ve video çektik ve birbirimize sarılıp zirveyi kutladık. Başarmıştık ve mutluyduk.
5900 metrede yer alan Camp Colera’dan 7 saat 15 dakika süren bir tırmanış sonrasında Aconcagua
zirvesindeyiz.
|
Önce gururla ülkemin bayrağını zirvede açtım, sonra da sponsorlarım olan ‘Vikingen Hotels’ ve ‘Şevkibey Hotel’in flamalarını. Daha
sonra, söz verip flamalarını getirdiğim dostlarımın flamalarını ve tabiî ki gerek doğal afetlerde, gerekse de dağ kaza ve
kayıplarında çok büyük işler başarmış olan, Alanya bölge ikinci sorumluluğunu yürütmekte olduğum AKUT’un flamasını da açtım. Bütün
bu flamaların sayısı 11’i buldu. Ben teker teker bunları açarken tırmanış sırasında geçtiğimiz Çinli grup da zirveye ulaştı ve beni
beklemekten hiç hoşlanmadılar… Kimin umurunda? Ben oradayım ve başardım…
20-25 dakika kadar kalabildik zirvede. Oldukça kötü görünen bulutlar geliyordu üzerimize doğru. Yani kötü, hem de çok kötü hava.
Hemen toparlanıp aşağı inmeye başladık. Süratle, ama çok daha fazla dikkatli bir biçimde. Dağlardaki ölümlü kazaların yaklaşık
%80’inin iniş sırasında olduğunu biliyorum ve bu nedenle çok daha dikkatliyim. Kötü hava arkamızda, biz önde, 5900 m’deki kampımıza
salimen ulaştık ve hemen kendimizi çadırlarımıza attık. Tanrım! Çok yorgun ve uykusuzuz. Hemen uykuya dalıyorum. 2 saatlik bir
uykunun ardından çadırın dışına çıktığımda, biz tırmanışa başlarken kayıp olduğu bildirilen dağcının cansız bedeninin dağ arama
kurtarma ekipleri tarafından aşağı getirilişine tanık oluyorum ne yazık ki. Bir büyük hurçta ve cansız… Bu kötü, çok kötü. Bu son
dağcıyla birlikte bu sene ölen dağcı sayısı 8’i buldu. Hepimiz çok üzüldük.
Tırmanışımız Camp Colera’dan zirveye 7 saat 15 dakika sürdü ki bu süre normal kabul edilen sürenin altında. Zirveden 5900 kampına
inişimiz de 4 saat civarında sürdü. Geceyi burada geçirdikten sonra tüm malzemeleri toplayıp 4300 metredeki ana kampa ‘Plaza De
Mulas’a indik. Yaklaşık 3 saat ve 30 dakikalık bir inişle ana kampa vardık. Bizi bekleyen bazı arkadaşlarımız tarafından kucaklanıp
kutlandık. Biz çok yorgunuz ama çok mutluyuz. Onların gözlerinde de “keşke biz de yapabilseydik” bakışlarını görüyorum, imreniyorlar
ve seviniyorlar bizim için. Diğer arkadaşlar ne yazık ki şehre geri dönmüşler. Biz ‘hepsi bizi karşılar ve hep birlikte büyük bir
kutlama yaparız’ diye ummuştuk.
Aşağı inerken rehber Pepe ile iddiaya girdik. Ben “Kampta, pizza ve kola var!” diyordum. O ise “Hayır! Hamburger ve kola var.” dedi.
Onun kazanacağını bile bile, sırf eğlence olsun diye girdim iddiaya. Biz yemek çadırında dinlenir ve arkadaşlarla sohbet ederken
Pepe içeri girip “Cihan! Seni çılgın herif! Sen bildin. Pizza ve kola varmış.” diyor, hepimiz basıyoruz kahkahayı.
Ana kamp çadırında zirve yapan ekip üyeleri. Soldan sağa: Norveçli Kjetil Mydland, İsviçreli Daniel Meyerhoff (ayakta), Cihan Yıldırım ve Arajntinli Ezequiel Goldschmit.
|
Plaza De Mulas kampı (4300 m)’ndan ayrılıp Puente Del Inca’ya doğru yola
çıkıyoruz. |
Geceyi burada geçirip ertesi gün tüm yüklerimizi organize ettik. Sonrasında da bizi Puente Del Inca da bekleyen aracımıza doğru
yaklaşık 32 km’lik uzuuun ve sıkıcı yolumuzu yürümeye başladık. 7 saatlik yürüyüş sonunda milli parkın girişine vardık ve kimi
şişmiş, kimi patlamış ayaklarımızdan botlarımızı çıkarıp aracımıza bindik. Oturdukça ve soğudukça ayaklarımızın, parmaklarımızın
acısı da dayanılmaz oluyor. Kutlamamızı Puente Del Inca da yapıyoruz, yiyoruz, içiyoruz ve eşyalarımızı getirecek olan katırları
bekliyoruz.
Katırlar da gelince Mendoza’daki konforlu otelimize doğru yola çıktık ve gece geç saatte otele vardık. Tüm yorgunluğumuza karşın
hemen kendimizi sıcak banyolara attık. Ben ve Arjantinli dostlarım boş durmadık ve aç karnımızı doyurmak için, Pepe ile birlikte
dışarı çıktık. Otele dönüp uyuduğumuzda saat sabahın dördü olmuştu. Ertesi gün tabiî ki kahvaltıyı kaçırdım. Rica minnet bir tost
yaptırıp ve otelden ayrılma işlemlerini yaptım. Artık herkes ile vedalaşma zamanı geldi. Herkesin aklında unutulmaz anılar ve
kurulan güzel dostluklar var.
Kalan birkaç günümü Iguazu şelalerini görmek için Iguazu şehrinde geçirdim. Burası muhteşem ve kesinlikle görülmeye değer bir yer.
Özellikle hızlı teknelerle şelalenin döküldüğü yere yaptığımız ve sırılsıklam olduğumuz tur harikaydı. Parkın içinde yaptığımız
turun ve tur sırasında gördüğümüz değişik hayvanları fotoğraflamanın ardından buradan da ayrıldım. Artık uzun ve sıkıcı dönüş
yolculuğum başlamıştı.
|