Uyandığımda öğlen olmuştu. Çadırın tentesinden kafamı dışarı uzattım, açık ve güneşli bir
hava vardı. Dün gece yaptığım tahminde yanılmamıştım.
Çadırımızın az yukarısındaki Hörnli dağ evinde hareketlilik vardı. 3260 m’deki bu dağ
evine dün ulaşmıştık.
Cenevre'ye 23 Ağustos 2010’da İstanbul'dan 3 saatlik bir uçuşla geldim. Havalimanında
beni Hollanda'dan 12 saatlik bir yolculukla gelmiş olan Ömer Albayrak karşıladı. Vakit
kaybetmeden Fransa üzerinden Zermatt Bölgesi’ne geçtik. ‘Randa’ denilen yerde ‘Atermenzen
Camping’de bir gece çadır kurduk. Buranın doğal yapısı ve görselliği adeta beni büyüledi:
Etraf yemyeşil dağlarla çevrili. Ayrıca da tren ya da araçla ulaşım çok kolay ve hem de
ekonomik. Otel ve pansiyon fiyatlarının hayli yüksek olduğu bu yörede, bu tür kamp
yerleri bedava gibi kalıyor.
Zermatt'ta araç park etmek yasak olduğundan kampımıza yakın olan Tasch tren istasyonundan
trene binip geldik Zermatt'a. Yanımızda 4-5 günlük yiyecekle, bizi Matterhorn Dağı’nın
eteklerine ulaştıracak telekabine bindik. Telekabin yükseldikçe manzara daha da
güzelleşti: Vadiler, yeşil ormanlar, dorukları karlı zirveler, buzullar ve marmotlar. (Ne
yazık ki bu sevimli canlıların fotoğrafını yakalayamadım.) Bizim gözümüz ise yalnız
Matterhorn Dağı’nda, Matterhorn ise yalnız kendisini çevreleyen bir sisin arkasında. Ömer
Ağabey daha önce iki defa gelmiş olmasına karşın dağı göremeden (yine sis) dönmüş. Ömer
Ağabey ile yaklaşık iki aydır Alplerde bir dizi faaliyet için internetten yazışıyorduk.
Önceliğimiz Alpler’in üç güzeli; Matterhorn, Mont Blanc ve Eiger Dağları idi. Biri devasa
piramit görünümüyle; biri en yüksek zirve olmasıyla, diğeri de zorlu duvarıyla dağcılıkta
hatırı sayılır öneme sahiptiler.
İlk olarak Matterhorn’dan başlama kararı almıştık. Dünyanın fotoğrafı en çok çekilen,
kartpostallara en çok konu olan, üzerinde en çok rotaya sahip, dev bir kuleyi andıran bu
dağ görsel güzelliğiyle dağcı olan olmayan herkesin gönlünü fethetmiştir. Zorlu bir dağ
olan Matterhorn, teknik tırmanış tecrübesi, bilgisi ve dayanıklılık gerektirir. Ülkemiz
dağlarından daha kuzeyde bulunduğundan doğru zamanda ve uygun hava koşullarında tırmanmak
gerekir. Bu da her zaman yakalanamamaktadır.
Zermatt ve çevresini telekabinle yükselirken, yukarıdan seyretmek farklı bir atmosferdi.
İşte bölgenin en yüksek dağı, Monte Rose. Dağın zirvesi bir gül yaprağına benzediğinden
“Gül Dağı” denmektedir. Yanında Breithorn Dağı. Çevredeki diğer dağlara ise teleferikle
çıkılabiliyor. Bazılarının içinde tüneller var. Oyulan dağların içerisinden tramvay ve
asansörlerle ilerlemek mümkün. Derin vadiler, yaylalar, buzullar göz kamaştırıyor.
Telekabinden indiğimiz yerde Swarzsee Oteli bulunuyordu. Buradan 4 saatlik bir tırmanışla
dağevine ulaştık. Yükümüz çok fazla olduğundan 2-3 saatlik yolu bu sürede aldık.
Yanımızdan süratle geçen dağcıların mat, çadır, ocak, yiyecek getirmemelerinin nedeninin
dağ evinde önceden rezervasyon yapmış olmalarından olduğunu öğrenmiş olduk. Ama dağ
evinin geceliği kişi başı, yaklaşık 100 Euro olduğundan biz çadır kampını tercih ettik.
Dağ evindeki hareketliliğin nedeni, günlerdir kötü giden hava koşullarının düzelmiş
olması ve iyi havanın iki gün sürecek olmasıydı. Bunu duyan dağcılar, bir anda koca dağın
eteklerinde kümeler halinde toplanmıştı. Dağ evinde hiç yer yoktu.
Biz çadır alanımızda gayet huzurluyduk, dolunayın Monte Rose Dağı’nın doruğundan
yükselişini izliyorduk. Etraftaki dağlara, dolunayın tılsımlı yansımasının vurmasına ve
gözlerimizi kamaştırmasına karşın biz hala sisten görünmeyen Matterhorn'u merak
ediyorduk. Yıldızlar bol ve parlaktı.
Uyandığımızda öğlen olmuştu ve sonunda sis dağılmıştı. Matterhorn, tüm heybeti ve
ihtişamıyla karşımızda duruyordu. Koca dağ adeta üstümüze doğru eğilmişti, ürkütücüydü.
Kahvaltı ederken aynı zamanda rota hakkında konuşuyorduk. Acaba bu güzel günü kaçırmakla
tırmanışı riske mi ediyorduk? Öyle ya, rehberler 12 saat gibi bir sürede zirve yapıp
dönüyordu. Ama adamlar her rotayı ve her taşı neredeyse ezbere biliyorlardı.
Gerek telefonla arayarak, gerekse kısa mesaj atarak, devamlı hava koşulları hakkında
bilgi veren Gökçe'nin (Baştuğ) uyarıları çok önemliydi. Bugün ve yarın hava iyiydi, sonra
ise bozacaktı.
Öğlen 13.00 gibi rotaya girdik. Amacımız hem rotayı biraz tanımak, hem de ulaşabilirsek
Solvay sığınağına ulaşmaktı. 4000 m’deki sığınak, kötü hava şartlarında tam bir
kurtarıcı. Zamanında bir dağcının Solvay adlı kızı bu dağda donarak hayatını kaybedince,
babası onun anısına bu sığınma evini yaptırmış.
Genelde zirve denemeleri öğleden sonraya kalmaz. Fakat biz rotayı öğrenmek için, taktik
gereği öğleden sonra çıktık. Gece yarısı yola çıkanlar öğleden sonra dönüş yapıyor, gece
çok hızlı ilerleyen rehberleri izlemek olanaksız ama dönüşte indikleri rotayı, gün
ışığında kestirebiliyorsunuz.
Bir rehber yanına en çok iki tırmanıcı alıyor, onu da nadiren yapıyorlar. Rehberler daha
çok tek müşteriyle, 2-3 m’lik bir ip ile birbirlerine bağlı olarak ilerliyorlar.
İlerliyorlar dediysem, rehber müşterisini adeta çekerek koşturuyor. Öğleden önce zirveye
varamamışlarsa hemen geri dönüyorlar, gitti 1000,- EURO. Rehber müşteri yüzünden Solvay
sığınağında gecelemek zorunda kalırsa iki günlük ücret alıyor.
Fotolarda hep düz bir yüzey gibi algıladığımız rota, testere ağzı gibi iniş ve
çıkışlardan oluşuyormuş. Bu da rotayı bir labirente dönüştürüyor. Çok iyi ekiplerin bile
yanlış rotalara girip geri indiklerini biliyorduk. Bu yüzden gündüz gözüyle ilerlemek
daha mantıklıydı bizim için. Dönüş çizgisindeki dağcılara doğru tırmandık. Kimi zirve
yapıp döndüğünü, kimiyse zamanın yetmediğini dile getirdi. Rehberlere rota hakkında bilgi
sorduk, pek söylemeye istekli olmadılar. Hatta bilinçli olarak hatalı bilgi verenler bile
oldu. Geçim kapıları bu olabilir ama dağcılığın felsefesine uymayan bu davranışı etik ve
ahlakî bulmadık.
İzlediğimiz hattın üzerinde 14 tane kule var. Bu kulelerin üzerinden ya da yanından
geçerek zirveye ulaşılıyor. Bir ara rotadan sapmışız. Bu bir hayli zaman kaybına yol
açtı. Fakat havanın çok güzel oluşu sayesinde moralimizi yüksek tutmayı başardık.
Peşimize takılan başka gruplar da vardı. Onlar da bizim gibi rehber almadan
tırmalıyorlardı dağı. Hava kararmaya başlayınca arkamızdaki ekipler döndü. Ya onlar da
rotayı birazcık olsun öğrenmek için çıkmışlardı ya da Solvay'a kadar tırmanmayı göze
alamadılar. Bizim için artık geri dönüş mümkün değildi. Hem bayağı yol almış, hem de epey
yorulmuştuk. Üstelik ertesi gün hava bozacaktı.
Nihayet sığınağın dibine kadar geldik. Hava iyice kararmıştı. Önümüzde zorluk derecesini
kestiremediğim dik bir kaya etabı vardı ve yaklaşık bir ip boyuydu. En kötüsü de buraya
kadar, iyi kötü bir şekilde varlığını (!) hissettiğimiz sabit hatlar tam kaya etabının
dibinde son buldu. Yani bir şekilde bu zorlu kısımdaki sabit hat sökülmüştü(!?).
Sırtımdaki çantanın beni çekmesine aldırmadan, mesli deri ayakkabılarımla tırmanmaya
başladım. Hangi tarihten kaldığı belli olmayan sikkelerden ya da kayaya çakılmış metal
çubuklardan emniyet alarak kilide geldim. Kafa feneriyle uygun tutamak ve basamak arama
çabalarım uzayınca da iyice strese girdim. Daha fazla beklemenin anlamsızlığına kendimi
ikna ettiğimde tiz bir çığlıkla zorlu etabı geçtim. Geçtim ama bu parkurdaki sabit hattı
sökenlere okkalı bir selam yollamayı da ihmal etmedim. Yani rehbersiz çıkılmasın diye
rehberlerin yaptığına bakın. Tek emniyetli bir istasyonla hemen Ömer'i yanıma aldım.
Şaşkın "sen burayı nasıl çıktın be arkadaş" diyerek düşüncesini sesli dile getirdi. Oysa
yalnız değildim, “Yusuf Aga”yla beraberdik. Biz sığınağa doğru yükselirken sığınağın
penceresinde cılız bir sarı ışık vardı. Şimdi pencerenin dibindeydik ve ışık sönmüştü.
Bu kulübe, dört bin metrede iki kaya kulesinin ortasında kurulmuştu. Yapının malzemeleri
helikopterle taşınmıştı. Etrafı uçurum. İki yanında tek kişinin yürüyebileceği bir alan
ancak vardı. Kar çevresinde iyice yığılmıştı. Devam etmek için kaçınılmaz bir biçimde
kaya etabını tırmanmak ve sığınağın oraya çıkmak gerekmekte. Her iki tarafta da önceden
sabit hat döşeliymiş, sökülmüş. Tırmanırken eski-yeni bolt ve emniyet noktalarını
görüyorsunuz. Üstelik bu etap dağın bu rotasının en zorlu yerlerinden birini oluşturuyor.
Çıkardığımız onca gürültüye rağmen kulübeden hiç ses çıkmadı. Saate baktık, 22.00
olmuştu. Yani yaklaşık 10 saattir tırmanıyorduk. Oysa rehberler koca dağı 12-14 saatte
tamamlıyordu. Bizse rotanın yarısını on saatte tırmanabilmiştik. Bunda rotayı
bilmeyişimiz, ağır çantalarımız ve rotaya girdiğimizden beri ip birliğinde (geleneksel
tarzda) ilerleyişimiz etkili olmuştu. Yanımıza sikke ve takoz almamıştık, yerine bolca
perlon emniyeti (baba ve kum saatlerinden) aldık. 1900'lü ve sonrası yıllardan kalan
metal çubuklara ekspresler takarak ara emniyet noktası oluşturduk. Bu metal çubukların
yarısı kayaya çakılmış, kimisi yuvarlak hale getirilmiş, kimisi dik bırakılmıştı. Beni
şaşırtansa çürük diye düşündüğüm kaya ve tutamaklarının çok sağlam oluşuydu. Aladağlarda
alıştığımız çürük kaya yapısının aksine buradakiler çok sağlam idi.
Sığınağın içine girdik. Önümüzde bir masa, solumuzda ahşap bir ranza var. Fener ışığında
ranzanın altında ve üstünde uyku tulumlarından dışarıya fırlamış kafalar gördük. Kapının
ağzında çakılı kaldık, ilerleyemiyoruz. Çünkü zeminde yatan insanlar var. Kulübe tıka
basa dolu. İnsanları rahatsız etmemeye çalışarak yerdekilerin yanına usulca yerleştik.
Yerleştik dediğim masayı biraz iteledik. Yere ipimizi ve kolonlarımızı serdik. Bivağımızı
açıp zıt yönlerden içine girdik. Bu şekilde ancak yerleşip uyuyabildik. İlerleyen saatte
kulübenin kapısı açıldı. Bir kaç kişi daha geldi. Fakat hiç yer olmadığı için geldikleri
gibi tekrar çıktılar. Acaba zirveden mi geliyorlardı? Aşağıya mı indiler? Yoksa ancak
ulaşabilmiş ve geceyi dışarıda mı geçirmek zorunda kalmışlardı, bilmiyorum. Tek bildiğim,
gündüz ne kadar sıcak olursa olsun, 4000 metrede gece hava çok soğuk olur.
Ertesi gün uyandığımızda kulübede kimse kalmamıştı. Gece 03.00'ten sonra ekipler zirve
denemesine geçmişlerdi. Biz hem uykumuzu almak, hem de gündüz gözüyle tırmanmak
istiyorduk. Böylece 09:00 sularında, hareket ettik. Günlerden 26 Ağustos’tu. Solvay
barınağının hemen solundan rotaya girdik. Burası da hayli zorlu bir başka etap. Çünkü
sabit hatlar sökülmüş. Ömer'in söylemesine göre bu yüzden iki hafta önce bir dağcı
uçuruma düşmüş. Rehberlerin bile düştüğü sık görülen bir durummuş.
Zirveden gelenler göründüğü için rotayı belirlemekte fazla zorlanmadık. Hava fena
sayılmazdı. Öğleden önce zirveye ulaşabilirsek ne ala. Kaya etabındaki tırmanışımız
bitince yaklaşık 45-50 derecelik bir buz ile karşılaştık. Burası aşağıdan çok belirgin
olarak görünmekteydi. Buradan itibaren kramponlar ile devam ettik.
Artık önümüzde yalnızca zirve kulesi kalmıştı. Lakin duvarın dikliği şu ana kadarkilerin
en sertiydi. Zirveden dönenler süratle yanımızdan geçiyordu. “Geri dönün!” diye uyarıda
bulunan rehberlerin bu yardımseverliği (!) şaşırtıcıydı. Öyle ya bu noktaya kadar bırakın
yardımı, neredeyse köstek olmuşlardı. (Fransız rehberlerin iniş sırasındaki
centilmenliğini, ayrı tutuyorum.) Biz dönenleri zirve yaptı sanıyorduk, meğersem yukarıda
hava bozmaya başlamış, rehberlerin çoğu da dönüş kararı almışmış. Zirveye ulaşanlar ise
sobelemece yaptıklarını dile getiriyorlardı. (Yine Ömer'in edindiği bilgilere göre,
rehberler öğleden sonraki yemeğe yetişmek için, çoğu zaman, müşterilerini zirveye
ulaştırmadan geri dönüyorlarmış.)
Kule üzerinde bulunan, kalın sabit hatta asılarak yükselmeye başladım. Her ihtimale karşı
klasik ip emniyetimizi de açtık. Bir düşme anında uçup gitmemek için kalın sabit ipe
pürsik atarak tırmanıyordum. Kule üzerinde bir oyukta, yine metal haçlardan birisiyle
karşılaştım. Haçın üzerindeki İsa'nın kollarından birisine emniyetimi bağlayarak
oluşturduğum istasyondan Ömer'i yanıma adeta çektim. Gerçekten bu yüzey çok dikti ve
hatta negatif eğimliydi. Nihayet zirve kulesinin üzerine ulaştık. Ömer Ağabey’i burada
bırakmak zorunda kaldım. Zirveye uzanıp giden sırt hattı hem dirayetini kırmış, hem de
artık takati iyice kesilmişti. Ona kalsa artık öğleden sonraya kaldığımız için çoktan
dönmeliydik. Oysa ben “Geceye bile kalsak doruğa gidelim. Olmadı bivaklarız” diye onu
cesaretlendirmeye çalışıyordum. Üstelik bir daha kim bilir ne zaman gelecektim, hatta bir
daha gelebilecek miydim acaba? Tek başıma ilerlerken ileride, koca haçı ve zirve
heykelini gördüm. Rotadan dönen birkaç kişi kalmıştı. Çok mutluydum. Aşağıdan sivri bir
piramidi andıran bu kütlenin böylesine karışık bir rota içeriğine sahip oluşu harikaydı.
Rüzgarın ve soğuğunun etkisiyle fotoğraf makinemi ancak koynumda ısıttıktan sonra
pozlayabiliyordum. Zirvenin tadını çıkartamadan hipotermik haldeki Ömer Ağabey’imin
yanına ulaştım. Süratle inmeliydik.
Birden bir gürültü koptu. Bu da ne?! Gürültünün bir helikoptere ait olduğunu görünce
rahatladık. Helikopter bir alçalıyor, bir yükseliyor, dağın etrafında dönüyordu. Sanırım
bu saate kalan dağcılar arasında sorun yaşayan olup olmadığına bakıyorlardı. Bir ara bize
on metre kadar yaklaştılar. Helikopterde iki kişiydiler. Birisinin iki elinde teknik
kazma vardı. Bizde bir sorun olup olmadığını öğrenmeye çalışıyorlardı. Selam verip
uğurladık. Ömer bana dönüp “Eğer bizi buradan almalarını isteseydik, önce bir çay ikram
edecek, sonra da kredi kartımızı isteyeceklerdi. Bedeli dört bin euro kadar.” dedi. Ama
Alpin Klüp’te 50 Euro verip kendini sigortalattın mı muafmışsın. (Bu bilgiyi ne yazık ki
indiğimizde öğrendim.)
Hava artık iyice karardı. Üstelik inenleri göremediğimizden rotayı saptamakta zorlanmaya
başlamıştık. İndikçe havanın ısısı yükseliyordu. Aceleye vurmadan temkinli hareket
ediyorduk. Saat 22'de Solvay barınağına vardık, kimseler yoktu. Hava bozacağı için herkes
inmişti. Bir gece önce sıkıntılı bir kalabalık içinde yatmaya çalışıyorduk; şimdiyse dağ
barınağı yalnızca bize kalmıştı. Tırstık; ya fırtına kopar ve günlerce burada kalmak
zorunda kalsaydık? Kutlamamızı yapıp kulübede bulunan battaniyelere sarındık, derin bir
uykuya daldık.
Ertesi gün 10.00 gibi kulübeden ayrıldık. İp inişi yaparak indik. Bazen ipimizi bir demir
halkadan geçirdik, bazen kaya baba ve çıkıntılarında küçük perlonlar bıraktık. Yola
çıktığımızda hava açık diye sevinmiştik ama bir anda kapamaya başladı, sis belirdi, sonra
da kar yağmaya başladı. Çıkalı iki saat olmuştu, artık geri de dönemezdik. Kar ve sis
görüş mesafemizi iyice daralttı. Kaya üzerinde, dünden kalan izler de kapanınca içimi bir
korku kapladı. Ömer Ağabey, çantasının yan cebine, çıkış sırasında koyduğu GPS'in
düştüğünü söyleyince korkum küçük çaplı bir paniğe dönüştü.
Bivaklayacak yer bile yoktu. Küçük bir ovukta ıslanan eldivenlerimizi sıkıp
tozluklarımızı giydik. Ayakkabılarımın içi de ıslak gibiydi ama şimdilik sorun büyük
değildi. Neyse ki biraz daha inince hava açılmaya yüz tuttu. Yine akşama kalmış olmamıza
karşın aşağıdaki dağ evinin ışığıyla sevindirik oluyorduk.
Belki geleneksel tarzda iniş yapıyor olmasaydık daha hızlı yol alabilirdik. Fakat
bilmediğimiz bu arazide telafisi olmayan sorunlar yaşamak da hiç istemiyorduk.
Son dikliği bölümü de geçip düz zeminde, emniyetsiz ilerleme olanağı bulduğumuzda saat
yine 22.00'yi bulmuştu. Hemen dağ evine postu attık. Bizi ilk ve tek karşılayıp tebrik
eden, Hollandalı bir bayan araştırmacı-yazardı. Bu entellektüel bayanın ilgi ve alakası
bizi biraz olsun kendimize getirmiş, sıcak çorbalarımızı içerken keyifli kılmıştı. Dağ
evindeki deftere birşeyler karaladık. Bu sıcak ortamda iyice ısınıp-kurulandıktan sonra
çadırımıza çekildik.
Gece yarısı kopan fırtına çadırın tentesini dövüyordu. Geceyi çok da kaliteli olmayan
çadırımızın, rüzgara maruz kalan bölgesine patlamasın diye el desteği yaparak geçirdik.
Uyandığımda öğlen olmuştu.
Çadırın tentesinden kafamı dışarı uzattığımda açık ve güneşli bir hava vardı. Sırtımızı
dağa verip Zermatt manzarasına karşı keyifli bir kahvaltı yaptık, toparlandık ve yola
koyulduk. Yazarımız bize bir kaç saat eşlik etti, sonra bir gün daha burada kalacağından
dağ evine geri döndü. Patika inenler ve çıkanlarla doluydu. Selamlaşıp geçiyorduk.
Zermatt'a indiğimizde ilk işimiz dağ müzesini gezmek oldu. Gezdikçe hayretler içerisinde
kaldım. Boyum kadar kazmalar vardı, ağırlığını varın siz tahmin edin. Dev dişli
kramponlar, Matterhorn'daki ilk kazada kopan ip. Eski dönemlerde kullanılan giyim ve
malzemeler... daha neler neler.
Sonra kilisenin arkasında bulunan, bu bölgede (özellikle Matterhorn’da) yaşamını yitiren
dağcıların mezarlarını ziyaret ettik. Kiminin ismi bir kayaya kazınmıştı, kimisinin
başında kazması, kimisi daha çok genç, kimisi ise orada bile değil...
Trene binip ağır çantalarımızla kamp yerimize ulaştık. Duşumuzu alıp ak-pak olduk. Ertesi
gün dinlenme günü. İlk geldiğimizde ortam soğuktu ve üşüyorduk, sonradan muazzam bir
güneş açtı. Bütün gün yedik-içtik ve çimlerde güneşlendik. Ömer Ağabey tırmanış sırasında
bayağı zorlandığından el ve dizleri yara-bere içindeydi ama bunu umursamıyordu. Çünkü
sırada daha Mont Blanc vardı. Hedefimiz ertesi gün Chamonix'ye geçmekti. Bakalım orada
nasıl bir dağ bizi bekliyordu?
|